Fatih Yaşlı’nın yazısı şöyle:
Nazım Hikmet 1953 yılında yazdığı “Davet” adlı şiirinde ABD’nin Sovyetler’e yönelik nükleer silaha dayalı stratejisinin işe yaramayacağını şöyle anlatıyordu:
Buyurun” deniyor size,
“buyurun, oturun,” deniyor size,
“konuşup anlaşalım Mister.”
Siz ter ter tepiniyorsunuz.
“Bizde atom bombası var,” diyorsunuz.
“Ondan bizde de var,” deniyor size.
“Ama,” diyorsunuz, “bizde hidrojenlisi de var.”
“Ondan da var bizde,” deniyor size.
“Ama,” diyorsunuz, “bizde,” diyorsunuz…
Boşuna nefes tüketiyorsunuz.
“Sizde, orda, ne varsa,” deniyor size,
“burda bizde de var ondan.”
Nazım hem politik hem şair de kimliğiyle “nükleer hakikati”nin farkındaydı. ABD istediği kadar silah teknolojisini geliştirsin Sovyetler kısa süre içerisinde onu yakalıyor ve aynı silahı üretmeyi başarıyordu. Bu da hem ABD’nin nükleer üzerinden üstünlük geliştirme stratejisini boşa düşürüyor hem de silahlanma yarışını gereksiz ve saçma kılıyordu. Yapılması gereken şey oturup konuşmak ve bir silahsızlanma süreci başlatmaktı ama ABD buna yanaşmıyordu; çünkü iktidar artık antikomünist askeri-endüstriyel kompleksin elindeydi ve silah üretimi Amerikan kapitalizmi için sermaye birikiminin en önemli unsurlarından biri haline gelmişti.
Şu günlerde sinemalarda hayat hikâyesini izlediğimiz “atom bombasının mucidi” Robert Oppenheimer’ın bir kahramandan bir vatan haine dönüştüğü ve komünistlikle damgalandığı süreçteki kritik evrelerden biri tam da Nazım’ın şiirinde de adı geçen hidrojen bombası meselesiydi ve aslında Oppenheimer o tarihlerde komünizmden çoktan uzaklaşmışsa da ister atom ister hidrojen bombası olsun nükleer silahların bir işe yaramayacağı ve insanlığı bir felakete sürüklediği konusunda Nazım’la hemfikirdi.
KOMÜNİZME KARŞI İCAT EDİLEN SİLAH: NÜKLEER BOMBA
ABD bir “süper bomba” yapma planını Sovyetler 1949 yılında atom bombası yapmayı başardığında hayata geçirmeye karar verdi. 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki’de patlatılan iki bomba yüz binlerce kişiyi öldürmüş ve ABD’nin kendisini dünyaya yeni hegemon güç olarak sunmasının nişanesi olarak kullanılmıştı. Öte yandan ABD yönetici sınıfı uzun yıllar boyunca Sovyetler’in atom bombası yapamayacağına kendisini inandırmıştı. Hatta ABD keşif uçakları bombanın yarattığı radyoaktif serpintiyi tespit edip bildirdiklerinde Beyaz Saray’dakiler ve Başkan Truman günlerce bunun mümkün olmadığını düşünmüştü.
ABD’li yöneticilerin Sovyetler’in gerçekten de atom bombası yaptığını anladıklarında verdikleri tepki bir anlaşma ya da uzlaşma sürecini başlatmak değil, Sovyetler karşısında ne olursa olsun mutlak bir nükleer üstünlük kurmaya girişmek oldu. Sahiden de izleyen bir yıl içerisinde ABD’nin nükleer silah stoku dörde katlandı. On yılın sonunda ABD’nin elindeki nükleer başlık sayısı 300’den 18 bine çıkacak ve elli yıl boyunca ABD 5.5 trilyon dolar harcayarak 70 binden fazla nükleer silah üretecekti.
ABD’nin hidrojen bombası yapımına giriştiği günlerde Oppenheimer “Bu silahın kullanılması sayısız insanın hayatını yok edecek. Bu sadece askeri veya yarı askeri amaçlarla maddi binaları imha için kullanılacak bir silah değildir. Bu nedenle kullanımı atom bombasından bile çok daha fazla sivil nüfusu yok etme amacı taşır” diye yazıyordu. Buna göre Hiroşima’daki bomba 15 bin ton TNT’lik bir patlayıcı etkisine sahipken hidrojen bombası 100 milyon ton kuvvetinde bir patlamaya yol açabilirdi. Oppenheimer ABD’nin bu tür bir bomba peşinde koşmak yerine dünyanın nükleer silahlardan arındırılması ve nükleer teknolojisinin barışçıl amaçlarla kullanması için uluslararası bir çalışma yürütmesi gerektiğini savunuyordu.
Oppenheimer’ın “komünistliğinin” tekrar hatırlanmasının ve hedef tahtasına yerleştirilmesinin nedeni tam olarak buydu: O, Manhattan Projesi ile atom bombasını icat eden ekibin başındaydı ama bombanın Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılmasının ardından nükleer silahlara karşı açıktan cephe almıştı. O tarihten itibaren de FBI tarafından komünist bağlantılarını açığa çıkarmak için tekrar sıkı bir şekilde takibe alınmış, evi ve telefonları dinlenmiş, çöpleri bile belki işe yarar bir şeyler çıkar diyerek karıştırılmıştı.
Oppenheimer ve diğer bilim insanları Manhattan Projesi’ne Nazilerden önce bir nükleer bomba geliştirmek ve böylece insanlığı faşizmden kurtarmak gibi bir misyonla dâhil olmuşlardı. Oysa Naziler nükleer bombaya ulaşamadan savaşı kaybetmişlerdi. Kaldı ki ABD istihbaratı 1943 civarı Nazilerin nükleer bir bomba geliştirmekten çok uzak olduğunu tespit etmişti. Asla Naziler kadar güçlü olmayan Japonlar ise resmi olarak savaşı kaybetmemişti ama yenileceklerini anlamışlardı, bu yüzden de ABD’yle teslimiyete dair gayri resmi pazarlıklara başlamışlardı.
Ancak ABD bombayı kullanmakta kararlıydı ve Almanya teslim olduğuna göre elde Japonya kalıyordu. Esas amaç ise şimdilerde iddia edildiği üzere savaşın uzamasını ve ölü sayısının artmasını engellemek değildi. Esas amaç çok net bir şekilde kendi batısında Berlin’e kadar ulaşan Kızıl Ordu’nun doğuda da Japonya’ya girmesinin önüne geçmek ve savaş sonrası kurulacak düzende Sovyetler’e karşı ABD’nin elini güçlendirmekti.
Projenin gerçekleştirildiği Los Alamos’taki üssün komutanı Korgeneral Groves’un Oppenheimer’ı bombanın Potsdam’da Stalin, Churchill ve Truman’ın bir araya gelmesinden önce denenmesi için sıkıştırmasının nedeni de zaten buydu. Deneme başarılı olduktan sonra Truman Stalin’e bombadan yarım ağızla bahsetmiş, anılarında da bunu “Stalin’e laf arasında elimizde olağanüstü tahrip gücü olan yeni bir silah olduğunu söyledim. Rusya lideri buna özel bir ilgi göstermedi” diye anlatmıştı.
Oppenheimer “bombanın mucidi” olarak bir yandan bilimin ve açığa çıkardığı gücün büyüsündeydi ama bir yandan da büyük bir pişmanlığın içerisindeydi. Hiroşima ve Nagazaki’nin vurulmasının ardından ABD Başkanı Truman’la yaptığı görüşmede ona “Bay Başkan, ellerimde kan görüyorum” demişti. O tarihten itibaren de atom enerjisinin nasıl kontrol altına alınması gerektiğine dair çalışmaların içerisinde yer almış, buna dair girişimlere öncülük etmişti.
Oppenheimer’a göre büyük güçler nükleer enerjinin barışçıl kullanımı için bir ortak atom enerjisi komisyonu kurmalıydı, farklı ülkelerden bilim insanları düzenli olarak bir araya gelmeli ve keşiflerini birbirleriyle paylaşmalıydı, böylece herhangi bir devletin gizlice nükleer silah üretmesi de engellenebilecekti, tüm bunlar için ise ülkeler egemenliklerden kısmet feragat etmeli, uluslararası bir işbirliği sağlanmalıydı.
Oppenheimer’ın kısa süre içerisinde gözden düşmesinin ve komünistlikle damgalaması esas nedeni tam olarak bu nükleer karşıtı ve barış yanlısı tutumuydu. ABD’de Soğuk Savaş’ın ve antikomünizmin en hızlı zamanları yaşanıyordu ve o da Mccarthyci “cadı avı”ndan kaçamayacak, bir komünist olarak Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi’ne ve Sovyetler Birliği’ne nükleer sırları sızdırdığı iddia edilecekti.
OPPENHEIMER’IN VE İNSANLIĞIN TRAJEDİSİ
Peki Oppenheimer sahiden de bir komünist miydi, komünist partiyle ve Sovyetler Birliği’yle bir bağlantısı var mıydı?
Aslında Oppenheimer uzun yıllar boyunca siyasetten uzak durmuş ve sadece bilimsel çalışmalarına yoğunlaşmıştı ama Hitler’in iktidara gelişiyle birlikte durum değişmişti. Oppenheimer’ın ailesi Yahudi’ydi ve uzun yıllar önce Almanya’dan ABD’ye göç etmişlerdi. Şimdi ise çok sayıda Yahudi bilim insanı Nazilerden kaçıyor ve ABD’ye sığınıyordu. Onlara yardım için oluşturulan fona katkı sunmak onun ilk politik faaliyetlerinden biri oldu. Öte yandan “New Deal”ın damgasını vurduğu 30’lar ABD’sinde hem işçi hareketi yükseliyor hem de komünist parti güçleniyordu. Entelektüeller ve bilim insanları hem ABD’de daha eşitlikçi bir toplum istiyor hem de faşizmi durduracak tek gücün SSCB olduğunu görüyorlar ve komünist fikirleri benimsiyorlardı.
Oppenheimer, özellikle ABD Komünist Partisi üyesi Jean Tatlock’la tanışıp sevgili olduktan sonra komünizme ve partiye ciddi bir sempati duymaya başladı. Partinin çeşitli örgütlenmelerine ve etkinliklerine katıldı. İspanya iç savaşı esnasında faşistlere karşı cumhuriyetçilere destek kampanyalarına dâhil oldu, bağış ve imza topladı. Sendikal faaliyetlerin içerisinde yer aldı, çalıştığı laboratuvarda bir sendika örgütlemeye bile kalkıştı. Muhtemelen hiçbir zaman doğrudan parti üyesi olmadı ama Manhattan Projesi’ne dâhil olana kadar fikri düzlemde partiyle birlikte hareket etti. Hayatındaki insanların, arkadaşlarının, dostlarının çoğu komünistlerdi ve üstelik bunların çoğu parti üyesi olarak aktif siyasetin içerisindeydiler.
Projeye dâhil olmasıyla birlikte komünizmle teorik ve pratik bağlantısı iyiden iyiye zayıfladı ve proje onu giderek daha fazla bir şekilde Amerikan devletine ve genel olarak iktidara yaklaştırdı. Bombaya dair kafasındaki çelişkiler de hayatını adeta bir trajedi olarak yaşaması da aslında bunun ürünüydü. Bir yandan bombanın yapılması için elinden geleni yaparken ve bunun vatandaş olmaktan kaynaklı bir sorumluluk olduğunu düşünürken bir yandan da kullanılmasını engelleyebileceğini düşünüyor, bunun için çalışıyordu.
Ancak bu olmadı; çünkü ABD devlet aygıtı ve askeri-endüstriyel kompleks içeride ve dışarıda komünizme karşı mücadeleyi siyasetinin merkezine koymuştu ve bunun için nükleer bombalara ihtiyaç vardı. Tam da bu nedenle o bombaların yapımında en çok emeği geçen kişi, yani Oppenheimer dahi komünistlikle suçlandı, saygınlığı ve itibarı ayaklar altına alınmaya çalışıldı.
Bugün geldiğimiz noktada ABD için sosyalizm ya da Sovyetler Birliği diye bir tehdit yok ama nükleer savaş, ekolojik felaket de eklenmiş bir şekilde büyük bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Komünizmin ve Sovyetler’in olmadığı bir dünya eskisine göre daha güvenli, daha adil, daha eşit bir yer değil. Tam aksine insanlık hızlı bir yıkıma, distopik ve trajik bir geleceğe doğru sürükleniyor. Bu trajik gidişatı durdurabilecek tek şey ise komünizmin küresel ölçekte yeniden sahneye çıkması. Bunun slogan atmak değil hakikatin ta kendisi olduğunun altını ısrarla çizerek söylemek gerekiyor ki eğer insanlık yakın bir gelecekte dünya çapında yeni bir devrimci dönemi açamazsa bizi barbarlığın süreklileşmesinden başka bir şey beklemiyor.